20 Mayıs 2020 Çarşamba

YOLDA OLMAK


Şu an üzerinde yaşadığımız toprakların kadim varlığını nitelendirmek için söylenen büyük geleneksel tanımlamalardan biri de bu toprakların “İslam ile yoğrulmuş” olmasıdır. Milletimizin tarihine baktığımızda bu tanımlamanın çok da abes olmadığını söyleyebiliriz. Burada asıl soru “İslam ile yoğrulmuş” bu topraklara nasıl bir tohum ekildi ki son kuşak nesiller İslam’ı her tartışmanın ana unsuru haline getirmeye başladı? Bu soruya bir başıma cevap vermek ne bana düşer ne de yapabileceğim bir şey olmasa da birçoğunuz gibi üzerine yazmak istediğim noktalar var.

Öncelikle Türkiye bir İslam ülkesi değildir, sadece nüfusunun çoğunluğu Müslüman olduğunu söylenir. İslam ülkelerinin toplumsal hayatı düzenleyici her detayı İslami olmalıdır. . Bu ülkede son zamanlarda Müslümanlık söylemi araştırılmış ve bu araştırmaların sonucunda seçilmiş bir dinden çok içinde doğulan ortamın getirdiği geleneksel yapıdan ileri gelmektedir. Kısaca, farklı bir dinin yaşandığı ortamda dünyaya gelecek olan birçok insan sorgulamadan sırf gelenekten o dini yargısız bir ön kabul ile kabullenecekti. Allah din olarak sadece İslam’ı göndermiştir. Her peygambere bir din göndermemiştir. Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık din değil ümmettir. Hz. Adem ile Hz. Muhammed ve bu ikisi arasındaki tüm peygamberler İslam peygamberidir. Allah, Hz. Musa’ya verdiği Tevrat’ta Dinle, Hz. İsa’ya verdiği İncil’de Gör ve Hz. Muhammed’e verdiği Kuran’da Oku/Aklet seslenişleri ile İslami yolculuğu insanın fıtratına göre öğrenme adımları ile dinini insanlığın bilgisine sunmuştur. Her gönderilen kitap İslami temellerin inşa edilmesi içindir ve her kitap bir öncekini tasdik edicidir. Semavi dinlerin birbirine benzediğini ve birbirlerinin taklitleri olduğunu savunan bir düşünce burada kendini çürütmüş olur çünkü sadece bir semavi din vardır ve ümmetlerin yaptığı ibadetleri bu nedenle şekli olarak aynı olmasa bile aynı kaynaktan çıkmışlardır.

Dinde zorlama yoktur. Her insan kendi dinini seçmekte özgürdür. Bu seçimleri sırasında herhangi bir zorlama ile karşılaşmaması ana ilkelerden biridir. Seçtiği dinin kurallarına göre yaşamak ise o kişiyi o dinin yaşayan mensubu haline getirir. İslam dinini seçen bir kişi de İslam’ın farzı ( zorunluluğu) olan ibadetleri yerine getirme mecburiyeti içindedir. İslam bir bütündür ve bir kısmını kabul edip etmeme gibi bir durum kabul edilebilir değildir.  Müslüman olduğunu söyleyen ve namaz kılmayan biri, namazın İslam’ın içinde olmadığını ya da kadınlar için başörtüsünün olmadığını savunamaz,  kendi nefsi iradesizliği ile bu farzları yerine getiremediğini söyleyebilir.

İslam’da ruhban sınıfı ya da Allah ile kulu arasında kurum ya da kişiler yoktur. Her kul her davranışından dolayı Allah ile irtibattadır. Diyanet ya da tarikat şehleri sizi Allah huzurunda savunamaz. Herkes kendi telaşında olacak. Allah kulları ile arasına peygamberlerinin bile girmesine izin vermemiştir. Bir kişiyi dinden çıkarma ya da kendi rızası dışında dine sokma İslam’da yoktur. Hür irade ve akıl baliğ olmak yani bir iradeye sahip olmak İslam’ın vazifelerini ve Allah’a kulluk görevlerini getirmek için temellendirilecek varlık sebepleridir. Bu nedenle herkes kendi kendinin çobanıdır. Allah’ın izni olmadıkça kimse kimseye şefaat edemez. Bir yaratılanın hangi sebeple olursa olsun yargılaması diğer yaratılanın yapacağı bir şey değildir. Kendi geleceğini bilmekten aciz olan insan bir başkasının gideceği yeri bilmekten de acizdir.

İslam ile bilim yapmanın kimyası birbiri ile çelişmemektedir, aksine birbirlerini doğrularlar. Allah’ın indirdiği kitap ayetleri gibi bir de doğa ve kâinat gibi yarattığı ayetleri vardır.  Hiç indirilen ayetler ile karşılaşmamış bir kimse bile yaratılmış ayetler ile Allah’ı bulabilir. Bunun için Hz. İbrahim örneği tüm kitaplardan önce tarihte yerini almıştır. Allah kullarının dünyayı gezmelerini öğütler ki onun muazzam yaratıcılığını görmemizi ister. Bu buyruktan haberi olmamasına rağmen Charles Darwin’in gemi ile seyahatlerinden sonra doğada gördüğü tüm değişimlerden sonra bir yaratıcının var olduğuna dair inancı gelişmiştir. Yağmurun nasıl meydana gelip, yağdığını bilmeyen biri Allah’ın rahmetine de bihaber demektir. Sadece yağmurun bile tüm süreçlerine hakim biri için Allah’ın yaratmasındaki nizamı görmesi ve bu görme ile iman edip şükretmesi dünya hayatında alıp alabileceği tüm derslere bedel olabilecek muazzamlıktadır.

İslam’ı kabul etmiş biri için tembellik asla kabul edilebilir bir tutum değildir. Geçmişte İslam’ın altın çağını yaşadığı döneme baktığımızda üretkenliğin sanattan, astronomiye, tıptan, kimyaya, fizikten, edebiyata, coğrafyadan felsefeye birçok dal ve disiplinde hat safhada olduğunu görüyoruz.  İslam’ın varlığı bugün söyletilmeye çalışıldığı gibi üretkenliğe ya da bilimsel verilerin ortaya çıkmasına engel değil, bu süreçlerin oluşması için en uygun zemindir. Bir zatın şöyle bir yorumuna denk gelmiştim: “Batı ne zaman batıl olan dini yaşamından öteleyip geriye koyduğunda altın çağını yaşamaya başladıysa, İslam toplumu da buna özenip hak dini öteleyip geriye attığında bugün konuşulan İslam coğrafyasının zeminini oluşturmaya başlamıştır.” İşte böyle güzel bir tanımlama günümüz koşullarını bir nebze anlamakta bizlere yardımcı olacaktır. İslam insana vakfe dışında durmayı ve tembelleşmeyi önermemiştir. Vakfe bile bir durma hali değil, insanın kendine zaman ayırıp neredeyim bu gidişat nereye diye sorma halidir. Sözün özü “ insan başıboş bırakılmamıştır.” İslam’ın içinde olun ya da olmayın yaratılışınızı sorgulayın.

Başkalarına bakarak İslam’ı öğrenmeyi ya da sorgulamayı kolay kolay düşünmeyin.  Hal dili Kamil insanların bir vasfı diyebiliriz. Çevremizde böyle insanlara kolayca rastlayamıyoruz ne yazık ki. O nedenle Allah’ın ayetlerinin bulunduğu Kuran-ı Kerimi okumadan insanlara bakıp din hakkında bir yorumda bulunmak doğru değildir. Kuran’ı okuyarak anlayamazsın ya da orada her şey yazılı değil diyenlere kulak asmayın. Allah Kuran- ı Kerim’i “açık ve eksizsiz tam bir kitap” olarak yarattığını söyler. Hiç okumadan yorumunuz olacağına okuyup anlamadığınız yerleri araştırarak bir fikriniz olması çok daha iyidir.

İslam’ı öğrenme yoluna girmek istediğinizde mutlaka karşınıza çıkan işaretleri takip etmeyi unutmayın. Siz bir adım attığınızda on adım kendine çekecek bir yoldan bahsediyorum. Bu yola girmek insanın konfor alanından çıkması demek, varlığını bilmediğiniz gerçekleri öğrendiğinizde artık onlardan sorumlu olacaksınız.  Merak etmenin ve öğrenmenin huzuruna ve tadına vardığınızda konfor alanınızdan çıktığınızı düşündüğünüz bu yolun aslında kendinize giden bir yol olduğunun farkına varacaksınız.  Başlangıçta külfet olarak görünen her şey zamanla tadına doyamayacağınız ve her gün daha fazla isteyeceğiniz manevi bir huzura dönüşecek. Kendi ile çetin mücadele vermiş, yolda olan birinden kesin bilgi.

İnsan yıllarca doğru bildiklerinin aslında yanlış olduğunu fark ettiğinde, yaşamının yanlış bilgiler üzerine temellendirilmiş olmasını kabul edemediği için yanlış bilgilerine yani geçmişine daha kuvvetli ve daha sıkı tutunma eğiliminde olabiliyor(peygamberlerin gönderildiği birçok toplumun başına gelen durumda olduğu gibi). Bu nedenle aklınızın ve kalbinizin birlikte tamam demediği her bilginin doğrusunu araştırmada kendinize dürüst olmanız takınmanız gereken en temel dik duruş olacaktır.  Hesap vereceğiniz tek merci Allah'tır ,işte bu kadar da özgürsünüz. Allah’a emanet.


15 Ağustos 2018 Çarşamba

STK'LARDA DİJİTAL İLETİŞİM

We are social ve  Hootsuit tarafından hazırlanan “Digital in 2018 in Western Asia 2018”  istatistik verilerine göre, nüfusunun % 67’si  aktif internet kullanıcısı , % 51’i aktif sosyal medya kullanıcısı ve % 54’ü aktif mobil sosyal medya kullanıcısı olan ülkemiz, dijital iletişime elverişli pazarlardan biri durumuna gelmiştir.

Dünyanın yeni yeni endüstri 5.0 ‘ı konuştuğu bugünlerde temel dijital iletişimin araçları olan:  web siteleri, blog siteleri, forum siteleri, sosyal medya ağları, sohbet yazılımları, sms, mobile uygulamalar, e-posta ve e-bültenleri her kurumda etkin olarak kullanılır durumda değildir. Kurumların en kolay ve sık ziyaret edilen yüzü olan web siteleri güncelliğini korumazken, mobil kullanıma uygun olmayan arayüzlere sahip sitelerde görüntüleme sorunları yaşanmaktadır. Bu ve benzeri sorunlar dijital düşünme kapasitesindeki sorunları da ortaya koyarak, günümüz rekabet koşullarında kurumları ve kuruluşları rakiplerine göre dezavantajlı duruma düşürmektedir.

Yine aynı istatistik verilerine göre ülkemizde sırası ile , Youtube, Facebook , Whatsapp, Instagram , FB Messenger , Twitter, Google+, Skype, Snapchat, Linkedin, Pinterest ve Tumblr sosyal medya platformları kullanılmaktadır.

Sosyal medya platformları yaygın kullanımı ve bilginin hızlı dolaşımından dolayı kitleleri harekete geçirmede en etkin kullanılan araçlardan biridir. Bir tweet ile Arap Baharı, Gezi Parkı , toplu grevler, dünya kadın yürüyüşleri gibi büyük olaylar için binlerce insan sokağa dökülebileceği gibi Change.org sitelerden gerekli toplu imzalar toplanabiliyor, Instagram’daki bir post ile bir gecede binlerce liralık yardım kampanyaları tamamlanabiliyor, Facebook’un bir grubunda milyonlarca insan bir konunun destekçisi olmak için bir araya gelebiliyor. Sosyal medya platformlarının bu gücü sivil alan ve STK’lar için oldukça değerlidir.

Sivil toplum kuruluşları sosyal medya platformlarını etkin bir biçimde kullandığında kurumları hedefledikleri konuda farkındalık ve etki yaratmak için faaliyet yürütebilirler. Ayrıca özel sektör kurumlarının aksine kar amacı gütmeyen, düşük bütçeler ve kısıtlı kaynaklarla sahip sivil toplum kuruluşları için sosyal medya platformları amaca giden en maliyetsiz yollardan biridir.

Dijital iletişimde, dijital düşünmenin önemini de vurgulamak son derece önemlidir. Sivil toplum kuruluşları,  gönüllüleri ve bağışçıları ile iyi bir iletişim kurmak için yıllık faaliyet raporlarını, bağışçılardan aldıkları bağışları, proje kapsamlarını ve faaliyetleri gibi konulardaki bilgileri, şeffaflık ilkesi bağlamında dijital ortama taşıyarak halkın bilgisine sunması güven ve sadakat açısından önem arz etmektedir. Yine çoğunlukla sms yolu ile haftanın belirli günlerinde gönüllülerine ve bağışçılarına bağış yapmaları için bilgilendirme mesajı gönderen STK’lar ellerinde bulunan kullanıcı dataları ile daha gönüllü ve bağışçı odaklı bir mesaj içeriği ile iletişim sağlamaları da kurumları açısından farklılık oluşturacaktır.

STK’ların dijital iletişimini geliştirmek için sosyal girişimcilik içeren startup’ların içinde de yer alabilirler. STK’larla alanında en bilinen sosyal girişimlerinden olan Yuvarla ( alışverişlerde küsuratların  yukarı yuvarlanması ile belirlenen STK’lara bağış yapılır) ve Givin ( ikinci el eşyaların satılıp, ücretinin belirli STK’lara bağışlanması) gibi startup’ların çoğalması da STK’ların dijital iletişim için de etkinliğini artıracaktır.

STK’ların dünya iletişim trendlerine uyum sağlamak ve dijital dönüşüme eklemlenerek bağışçılarına ve gönüllülerine daha iyi ulaşabilmek için, Ulusal Ajans, AB fonları, Kalkınma Ajansları ya da özel kuruluşların (Radore Veri Merkezi STK’larda dijital dönüşüm projesi, TechSoup ve Google ortaklığı ile Gmail, Google Takvim, Google Drive servislerine, Youtube’un STK’lar için düzenlenmiş portalına ve Adwords’de 10,000 dolarlık bağış sistemi içerisinde hedef kitleye erişim imkanı) başlattığı birçok projeye ya ev sahipliği yapıyor ya da direkt katılımcı olarak yer alıyorlar.


3 Temmuz 2018 Salı

TARİHSEL GELİŞİMİ DEVAM EDEN BİR KAVRAM OLARAK SİVİL TOPLUM



Sosyal bilimlerin alanına giren konular için mutlak bir doğrunun olmaması ve bulanık bilimin bu alanda varlığını sürdürmesi genel bir görüş olarak önümüzde yer almaktadır. Sosyal bilimlerin ilgi alanına giren kavramlar için de aynı yargıyı sürdürebiliriz. Amprik olarak kesin sonuçlara ulaşılamadığı için kime göre , neye göre soruları sosyal bilimlerin alanına giren kavramlar için sürekli cevaplanması gereken sorular olarak devam edecektir.

Bu bağlamda baktığımızda “sivil toplum” kavramı için de net bir tanımlama yapmamız mümkün olmasa da  sivil toplum kavramının zaman içinde çeşitli tanımlama ve aşamalardan geçerek günümüzdeki halini nasıl aldığının hikayesine bakabiliriz.

Batı menşeli olan sivil toplum kavramının tarihsel sürecine baktığımızda ilk karşımıza çıkan Antik Yunan düşünürü Aristoteles oluyor. Aristoteles sivil toplumu “yasalarla belirlenmiş kurallar sistemi içindeki özgür ve eşit kabul edilen yurttaşların bir siyasal toplumu” olarak tanımlar. Bu tanımlama ile Şehir (Polis) içinde yaşayan ( özgür, köle olmayan ve kadınlar hariç ) bireyler devletin bir üyesidir ve birbirlerine zarar vermeme yükümlülüğü ile yasal çerçeve içinde bulunabilirler. Sivil toplum devletten ayrı olarak düşünülemez, devlete karşı olmak yoktur, devlet vardır ve her şey devlet içindir. Devlet tanrısal bir boyuta taşınmıştır ve devletin çıkarları doğrultusunda topluma ve bireylere karşı her türlü müdahale yapılabilmektedir. Benzer bir görüşü  Osmanlı’daki Adalet Dairesi ( Circle of Justice Equity) anlayışında da  görebilmekteyiz.

İlerleyen dönemde helenistik felsefeye baktığımızda, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendini özgür ve güvende hissettiği şehir devletlerinin yerini imparatorluklara bırakması ile bireyin genişleyen dünyasında kendini yalnız , boşlukta hissetmesi ile bireyin kendine yabancılaşmış olması Helenistik felsefenin ilgisini bireye yöneltmiştir. Böylece bireyi merkeze alan iki yeni felsefe akımı olan Epikürcülük ve Stoacılık ortaya çıkmıştır. Bu iki düşüncenin sivil alan için önemli katkılarına baktığımızda, “birey, altında bulunduğu siyasal otoritenin zorunlu bir kölesi değil; aksine devlete yön veren, onun üstüne çıkan, hayattaki en kıymetli varlıktır. Birey için aslolan şey kendini feda edeceği bir kamusal otorite değil, aksine kamusal otoriteyi kendi hizmetine sokarak mutluluğunu tesis etmesidir. Birey-devlet ilişkisinde merkezi konum Antik Yunan düşüncesinde ortaya konduğu gibi devlete değil, bireye aittir.” Bireyi merkeze alan düşünce ilk kez geliştirilse de sivil toplum tanımlaması için net bir olgu gelişmemiştir.

Aydınlanma döneminin hazırlayıcısı olan merkezi yapının ve feodalitenin zayıflaması, sanayi devrimi ile birlikte yeni ekonomik araçların ortaya çıkması, bunun yeni şehirlerin kurulmasına sebep  olması ve sonuç olarak burjuvazinin ortaya çıkması gibi Avrupa’da yaşanan bu tip gelişmeler sivil toplum tanımının yeniden ele alınmasına zemin hazırlamıştır.

Doğal hukuk savunucularından Thomas Hobbes , “her insanın öz güvenliğini sağlamaya eğilimlidir;  bunun için başkalarıyla her türlü rekabete girebilir.” derken,  bunu herkesin herkese karşı savaşı olarak tanımlar. “İnsan insanın kurdudur.” Doğa durumunda hiçbir ahlaksal kaygı, etik,  yasa ve hak yoktur. Böyle bir durumda insanlar, sürekli bir itişmenin, savaşın içinde oldukları için sürekli tehlike oluşturup aynı zamanda da tehlikenin tam göbeğinde bulunmaktadırlar. Bu durumun önüne geçebilmek için toplumsal örgütlenmenin sağlanması ve devletin kurulması gerekmektedir ki böylece yasalar eşliğinde güvenle yaşamak mümkün kılınabilsin. Doğa durumundan çıkıp sivil toplum düzenine geçmeyi sağlayan toplum sözleşmesi, bireylerin haklarını uzlaşmayı sağlaması için yöneticiye devrettikleri hususunda sözleşmeleridir. Yöneticiye verilen bu yönetme hakkı mutlaktır, devredilemez ve geri alınamaz. Toplum sözleşmesi mutlak güçle bireyler arasında değil, bireylerin kendi aralarındadır. Bireyler devletin verdiği ölçüde haklara sahiplerdiler ve  yasa koyucu olan devlete karşı çıkıldığında , yasalara uyulmadığında çatışmanın çıkacağı ve tekrar doğa durumu haline dönüleceği öngörülmektedir. Uzlaşmayı ve düzeni korumak için kurallara ve yöneticiye uyulmalıdır. Bu tanımlamada, siyasal toplum ile sivil toplum kavramlarının iç içe geçtiği bir görüşle karşılaşmaktayız. Aristoteles’in sivil toplum anlayışında şehir sınırlarında bulunan bireyler şehrin düzenini korumak için kurallarına uyma zorunluluğu varken, Hobbes’un tanımının başlangıç noktasında bireyin çıkar ve rızası aranır, fakat iki tanımlamada da devletin mutlak, kapsayıcı kamusal alanına varılmaktadır.  Her iki tanımlamada da sivil toplum, devletten bağımsız olarak görünmemektedir.

Diğer bir toplum sözleşmeci olan Locke, Hobbes gibi doğal yaşam halindeki insanların, uyumu bir sözleşme ile tesis edeceklerini böylece devletin kurulmasının kaçınılmaz olduğundan da yargılama yetkisinin siyasal topluma yani devlete verileceğini savunur. Hobbes’dan ayrı olarak Locke devletin mutlak gücünü kabul etmez, devlet sınırlı yetkilerle donatılmıştır ve devlet, devamlılığı kişilerin kutsallarını koruduğu sürece devam ettirebilecektir.

19. yüzyıla gelindiğinde, Hegel sivil toplum kavramına yeni bir görüş getirerek siyasal hayat/ devlet- sivil toplum dilemmasını yıkmıştır. Hegel etik hayatı üç alana; aile, sivil toplum ve devlet olarak bölmüştür. Bu tanımlaması ile devlet – sivil toplum ayrımını ilk yapan düşünür olmuştur. Aile yaşamının karşılıklı sevgi, saygı, itaat, fedakarlık , birliktelik , güven gibi ortak duygusal normlar çevresinde şekillense de insanın kendini gerçekleştirmesi için yeterli imkanlara sahip olmadığını, ekonomik bir alan olan sivil toplumunsa hırs, rekabet, çatışma gibi tamamen insanların kendi çıkarlarını barındıran normlar tarafından çevrildiğini savunur. Bu çatışmacı ortam, aile ortamındaki insanın kendini gerçekleştirmesi için fırsatlar sunsa da insanları karşı karşıya getirerek düşman olmalarına neden olmaktadır. Hegel, sivil toplumu burjuva toplumu olarak nitelendirdiğinden, devletin burjuva toplumunun korunması için gerekli olan ve bu nedenle sivil topluma  üstün olan bir varlık olduğunu savunur. Bu çatışmacı ortamın çözüm bulucusunu ise Hegel devlet olarak göstermekte ve sivil toplumun doğal bir durum olmadığını o nedenle denetim ve müdahalesinin devlet tarafından yapılması gerektiğini dile getirir.

Marx ise sivil toplumu devlete bağlı olmaktan çıkarmış, çatışmayı çıkaran ve devlet tarafından denetlenen değil, devleti belirleyen ona yön veren bir alan olarak tanımlamıştır. Devlet ve sivil toplum arasında alt-üst yapı ilişkisi vardır. Devlet üst yapı, sivil toplum altyapıdır. Sivil toplumu Hegel gibi burjuva olarak gören Marx, ekonomik faaliyetlerin alanı olarak alt yapıyı yani sivil toplumu işaret eder. Bu nedenle ekonomiyi elinde bulunduranların  üst yapıyı yani devleti tayin ettiğini savunur.

Yine aynı çatışmacı ekolde bulunan Gramsci ise sivil toplumu Marx gibi alt yapı olarak değil, devlet gibi bir üst yapı olduğunu söyler ve üst yapıyı hegemonya ile ilişkilendirir. Hem devletin hem de sivil toplumun üst yapıyı birlikte oluşturduklarını, devletin üst yapının politik unsurlarını kullanarak,  sivil toplum ise üst yapının kültür  unsuru ile devletin  hegemonyasına destek olduğunu yönünde görüş bildirir.

Sivil toplum kavramına günümüze en yakın tanımlamayı kazandıran sivil toplum kuramcısı Tocqueville’dir. Tocqueville’e göre, gücü elinde bulunduran ve kötüye kullanan iktidarlar karşısında çaresiz kalan halkın, dernek ve vakıflarla bir araya gelerek örgütlenmesi  ve sorunlarını bu yöntemle çözüme kavuşturması gerekir. Bu şekilde devlete bağımlılığın, bir sorun olduğunda “devlet nerede” söyleminin değil, kurumlar ve organizasyonlar aracılığıyla sorunların çözüme kavuşturulacağını belirtir. Sivil toplum kavramına  ayrı bir organizasyon tanımlamasını ilk yapan kişi de yine Tocqueville’dir.

Genel hatlarıyla sivil toplum kavramının tarihsel sürecine baktığımızda bir çok tanımlama ile karşılaşmaktayız. Süreçlere baktığımız zaman bir sivil toplumdan bahsedebilmemiz için birey, toplum, ekonomi ve siyasetin bir takım süreçlerden geçmesi gerektiğini tecrübe etmiş oluyoruz. Günümüzde bir sivil toplum tanımlaması yapacak olursak; devlet gibi siyasi bir otoritenin baskı ve denetiminden uzak, kendi kaderini kendi tayin eden ve özgür kararlarını alan, bu ortak çıkar ve kararları hayata geçiren bireylerin gönüllülük esasına göre rasyonel bir biçimde eylemde bulundukları bir alan şeklinde yorumlayabiliriz. Bir toplumun sivil toplum olma unsurları: Özgürlük, özerklik, kamusal akıl yürütme, çoğulculuk, yasallık, gönüllü örgütlenme, esneklik, gelişmişlik, şeffaflık, devletten bağımsızlık, farklılaşma ve ortak iyinin hedeflenmesi şeklinde bir tanımlamaya gidebiliriz. Bu unsurları taşımayan bir toplumda günümüz şartlarıyla sivil toplumdan bahsetmek çokta inandırıcı olmayacaktır.

Sivil toplum/alan kavramının günümüzde akla ilk getirdiği şeylerden biri Sivil Toplum Kuruluşları olmaktadır. Sivil toplum içinde bulunan bireyler hukuksal ve demokratik çerçeveler içinde örgütlenme ve kurumlaşma ile kolektif bir güç kazanarak ortak çıkar, ortak fayda, ortak iyi ve ortak isteklerle  siyaseti etkilemek için meşru her türlü çalışmada bulunabilir. Sivil toplum STK’lardan bağımsızdır, sivil toplum oluşmadan STK’ların oluşması beklenemez. Bu bağlamda baktığımızda STK’lar sivil toplumun bir sonucu olmaktadır. Bu kurumlar, kar amacı gütmeyen kuruluş (non- profit organisation), devlet dışı kuruluş   (non-governmental organisation), sivil toplum kuruluşu,  sivil toplum örgütü, gönüllü örgütü  ya da üçüncü sektör şeklinde adlandırılırken bu tanımlamalarda da net bir görüş yoktur.

Kişisel müdahalelerle devlet sisteminin değiştirilemediği gelişmiş toplumlarda, sivil alanın ve STK’ların geliştiğini , karşılaşılabilecek her sorun için bir STK’nın olduğu yine bu toplumlarda STK’larla yapılacak iş birliği ile demokrasinin güçlendirdiği, güçlenen demokrasinin de STK’ları güçlendirdiğini gözlemleyebiliriz.




31 Ocak 2018 Çarşamba

KELEBEK ETKİSİ


Toplumuzdaki aile yapısının durumunu genel hatlarıyla kişilere sorduğumuzda, şu an içinde bulunduğumuz zamanda aile yapısının geçmişe göre daha bozulmuş olduğunu dillendirmeleri olasıdır. Bunun sebebi olarak; TÜİK verilerini ya da aile içi sorunların medyada görünürlük kazanmasıyla toplumun konu hakkındaki daha fazla bilgi edinmesini ileri sürebiliriz. Konuya başka bir açıdan baktığımızda, yani geçmişte bilgi edinmenin kolay olmaması, TÜİK verilerine ve medyaya yansımaması, internetin olmaması ve adli kaynaklara dahi geçmeyen bir çok nedenden dolayı geçmişte aile içi sorunların günümüze göre daha az veya daha çok olduğu konusunda net bir şeyler söylememiz doğru olmayacaktır.

Konuya somut bir çerçeveden bakacak olursak. Geçmişte aile içi şiddet, ailenin iç sorunu, mahremi sayılarak aile içindeki büyüklerin ya da adli vakaya dönüşmesinde daha karakollarda ötelenerek yok sayılması, namus başlığı altında kadın cinayetleriyle kadınların hiç dünyaya gelmemiş gibi ortadan yok edilmesi ( 1984 kitabındaki tabirle buharlaştırma) , sadece dini nikah ile evliliklerin yaygın olmasından boşanmaların verilere yansımaması, taciz ve tecavüzlerde mağdurun suçlu sayılmasından ve toplumsal baskıdan ötürü üzerinin kapatılması ya da mağdurlar tarafından olayların hiç dillendirilmemesi ve yine aynı nedenlerle LGBT’li bireylerin toplumdan kendilerini saklaması, evlerde doğumun yaygın olmasından istenmeyen ya da evlilik dışı bebeklerin öldürülmesi,  devlet ve toplumsal denetimin kısıtlı olması, toplumsal adet, gelenek ve tabuların kişilerin hak ve hürriyetlerinden daha önemli ve baskın olması gibi sayılacak bir çok nedenden ve engelden dolayı sırf bugünkü bilinirlikten ötürü, aile yapısının günümüzde geçmişe göre daha deforme olmuş olduğunu savunamayız.

Aile kurumunun içinde yapılan ve olağan gibi algılanan fakat sonuçlarıyla en büyük yanlışı oluşturan onulmaz bir eğilim toplumun kaderini belirleyecek şekilde sonuçlar doğurmakla kalmayıp, toplumsal hafızanın iliklerine kadar işlemektedir. Bu nedenle aile kurumu, toplumun geleceğini belirleyen en amil fonksiyondur. Aile düzeninin bozulması kelebek etkisi olarak toplumu bozacaktır.

Aile kurumunun deformasyonuna neden olan bir çok etken olmasına rağmen bunların başında gelebileceklerden ve en önemlilerinden biri kadın ile erkek arasındaki ilişkidir.Tüm mahlukatın emrine verildiği akıl baliğ olan insanın iki cinsi arasında olan ilişkide bedensel gücü elinde bulunduran cinsin tüm mahlukata olduğu gibi diğer cinsine karşı da üstün olma hırsı ilk insandan bu güne dek belki de dünyanın son gününe kadar devam edecek menfur bir hevestir.

Aile içinde başlayan ve çocukların üzerine yüklenen görevler bakımıyla, yazılı olmayan kurallarla kadın ve erkeğin görevleri belirlenirken yapılan adaletsizlik, zamanla toplumun tüm fonksiyonlarına nüfus eder bir hal almıştır. Muhafaza etme çabası altında kadına yüklenen görevler kadının ev dışında emniyetsiz olacağı, fıtratından ötürü kötülüğü bedeninde taşıdığının benimsettirilmesi ve kadının kendini her an avlanılacak bir av gibi sanma süreci çocukluktan itibaren bilinçli ya da bilinçsiz davranışlarla çocuğun benliğine işlenir. Buna ek olarak kadın, üzerine yatırım yapılması uygun görülmeyen arazi gibidir. Olabildiğine atıl bırakılır, çünkü evlenip el olacak biri için maddi ya da manevi bir yatırımın yapılması boşa bir çaba olarak görüldüğünden, erken evliliklerin önü açılmıştır. Evden giden bir boğaz ev ekonomisi için bir rahat nefes alıştır. Buna zıt olarak olabildiğine hoyrat ve başına buyruk yetiştirilen erkek, hem ahlaki hem de davranışsal olarak tüm hata ve yanlışlarıyla hoş görülen ve sırf bir cinse mensup olduğu için doğumla gelen gücün getirisiyle ,tüm heybeti ve ailenin tüm bireyleriyle desteklenen egosu ve otoritesi ile tam karşımızdadır. Bir tarafta kusurunun sırf kadın olarak doğmasından kaynaklandığı alt bilincine kazınan tüm azciyeti ile kadın figürü diğer tarafta yine erkek olarak doğması nedeniyle haklarını doğuştan kazanan, ulaşılmaz ihtişamıyla bir erkek figürü.

Günümüzde durum bu anlatılanlar kadar abartılı olmasa da tüm bu gerçekliklerle büyütülmüş nesillerin genlerini taşıyan bireylerle şuan karşı karşıyayız. Kadın figürünün en ufak bir sıçrama durumunda başına “sen kadınsın” tokmağını indirmeyecek bir toplumun içinde olduğumuzu kimse savunamaz.

Ailede kadının anne rolünün yanında ekonomik etkenlerden dolayı çalışan kadın rolünü de üstlendiği günümüzde, elinin hamuruyla erkek işine karışılmasını istemeyen erkekler , kadının aileye ekonomik katkıda bulunarak erkeğin egemen alanındaki sorumluluğunu hafıfletmesinden hiç şikayet etmemektedirler. Şikayet ettikleri şeyler ise kadının yapışkan görevleri olan çocukların tüm bakımı, ev işleri, erkeğe karşı kadınlık görevlerini çalışırken aksatması, kadının aile içi karar alma süreçlerine katılma cesaretinin kabarmış olması, kazandığı parada kendi tasarrufunu kullanması... Erkeğin memnuniyetsizliğinin artması (bazen sırf keyiften) bir tımar etme şekli olarak!  beraberinde şiddeti hatta cana kıymayı getirmektedir. Tüm bu süreçlerden sonra günümüz kadının öğrendiği en net şey kendilerini tüm kötülüklerden muhafaza edeceği öğretilen erkeğin yine kendisine karşı en büyük tehdit ve tehlike olduğudur. Bu bilince varan, eğitimini tamamlayan ve ekonomik özgürlüğünü kazanan kadın, erkek figüründen uzaklaşma eğilimine girer. Böylece hatalar yanlışlarnı yanlışlar da felaketlerin itici kuvveti olmaya başlamıştır. Ailelerde ta çocuk yetiştirilirken yapılan hatalar bugün toplumları felaketle sürüklemektedir. Daha önce bahsettiğim kelebek etkisi sonucunu göstermiştir.

Günümüzde aile kurumunun durumunu konuşurken, sadece günümüz sorunlarını değil, kalıtsal ve kemikleşmiş sorunların da konuşulması gerekmektedir. Bunun yanında kadın ve erkek ayrımı yapılmadan önce insan anlayışında yola çıkarak çocuklarımızı yetiştirmemiz toplumdaki kırılmaları engelleyecektir. Şiddet, aşağılama, her türlü zulüm ya da adına ne denirse densin insan onurunu kırıcı tüm yaklaşımlar kabul edilemezdir.Birbirlerinden huzur bulsunlar diye tek nefisten yaratılan ve böylece birbirlerine sevgi ve şefkat beslemeleri sağlanan kadın ve erkeğin birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi nizama aykırı olduğundandır  belki de bu kadar sorunun  çıkması.“Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez.” diye uyaran Kuran, “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.” da der. Toplumu değiştirmek ve nizama uygun hareket etmek bireyin elindedir deyip, geleceğe daha anlayışla ve umutla bakmak gerektiğini her defasında yineleyerek, çocuklarımızı her canlıya sırf canlı oldukları için değer vermelerini ve saygı duymalarını hal diliyle anlatarak yetiştirmeliyiz.

20 Eylül 2017 Çarşamba

GÖLGELERİN GÜCÜ ADINA

Kitle iletişim araçları, iktidarı elinde bulunduran egemen gücün kendi değerlerini, ideolojisini ve kültürünü yaymak, pekiştirmek ve her daim taze tutmak için tarih boyunca kullandığı ve kullanmaya devam ettiği en etkili araç olmuştur. Bu sebeple endoktrinasyon ve toplum mühendisliği uygulamalarının yapılması için de medya vazgeçilmez bir yardımcıdır. Toplumu yönlendirme, düşünce aşılama, bir fikri telkin etme, stereotype oluşturma, algıyı yönetme, ilgi çekme ve gündem oluşturma görevleri genel hatları ve etkinliği ile medyanın elinde ve egemenliğindedir.


Medyanın ve iktidarın aynı safta oldukları, aynı ideolojiye ve çıkar gruplarına hizmet ettikleri koşul ve dönemlerde, medya tüm gücü ile iktidarın yanında yer alır, aralarında su sızmayan mükemmel bir işbirliği gerçekleşir; safların değişmesiyle meydana gelen yeni çıkarların örtüşmediği dönemlerde karşı karşıya geldiklerinde ise – bu dönemler genellikle seçimle gelen iktidarın değiştiği dönemler olup, ana akım medya kendi safını her daim korur. – medya elinde bulundurduğu tüm gücünü iktidara karşı taarruz için kullanmaktan çekinmez.

Medya ile siyasi iktidarın arasındaki kavganın sebebi “gücün” kimin elinde himaye edileceği mücadelesidir. Kavgaya kavramsal olarak baktığımızda medya, algı oluşturma ve bu algıyı yönetme gücü ile iktidarı elinde bulundurur. Siyasi iktidar ise halkı yönetme gücü ile iktidara sahipken aynı zamanda halkın desteği ile yasal otoriteyi de elinde bulundurmasından dolayı meşruluğu kazandığı için gücün yani iktidarın asıl sahibidir. Teoride iktidarın sahibini açıklayabiliyoruz fakat pratikte mücadele her daim devam etmektedir. Ne medyanın ne de siyasi iktidarın, iktidar mücadelesinden vazgeçmesi olası görünmemektedir. Bundan dolayı medya, mevcut siyasi iktidara karşı algı yönetimi ile kozunu oynarken, siyasi iktidar da otoritesini kullanarak gelen müdahaleye cevap verir. Biraz da bu çift taraflı mücadelenin somut örneklerinden bahsedelim.

Amerikan ana akım medyası, seçim döneminde cumhuriyetçi ya da demokrat olması fark etmeden, belirlediği adayın seçim propagandasına “medya gizli sponsorluk” – bağımsız medya! –  desteğiyle tüm seçimlerde taraf olarak yer almaktadır.  Geçen kasım ayında gerçekleşen Amerikan başkanlık seçim sürecinde demokrat Clinton ana akım medyanın gözdesi olarak seçilmişti. Tüm kartlarını Clinton’dan yana oynayan medya, algı yönetimi ve endoktrinasyon enstrümanlarını her imkânı ile kullanmıştır. Sarf edilen tüm eforlara rağmen Trump’ın seçimi kazanması, ana akım medyanın hazmedebileceği bir sonuç olmadığından dolayı ana akım medya tarafından bir anlam da ifade etmedi. Medya ile Trump arasındaki iktidar kavgası, basın toplantılarında Trump’ın ana akım medyayı, seçim süreci içerisinde gerçekleştirdikleri yayın, Clinton’a açık destek ve yayınladıkları raporlar nedeni ile “yalancılık” ve “çöpten haber yapmak” suçlarıyla suçlayarak medya ile süregelen kavgasını alevlendirdi. Amerikan ana akım medyası ile Trump arasındaki iktidar mücadelesini ve sürecin getirdiklerini ilerleyen zamanlarda daha net bir şekilde gözlemleyebileceğiz.

Türkiye özelinde medya ve siyasi iktidar ilişkisine baktığımızda, akıllara ilk gelen dönem 28 Şubat süreci olmaktadır. Medya ile siyasi iktidar ilk kez bu süreçte karşı karşıya gelmemiştir elbette, fakat askeri darbelerle kesintiye uğrayan sivil siyaset, ilk kez medya ön plana çıkartılarak manşetlerle gelen postmodern darbe sürecinin hazırlayıcısı olmuştur. 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulunda alınan kararlara “kartel medya”nın manşetlerinin ön ayak olmasını ve manşetlerden bağıra bağıra gelen postmodern darbenin kaldırım taşlarını iktidarda bulunan medya karterinin döşemiş olduğunu, sürecin ardından daha net olarak görmüş olduk.

Medyanın çıkar çatışmalarından dolayı oklarına hedef olarak belirlediği ve taarruz için yöneldiği yer, her zaman kendi ülkesinin siyasi iktidarı olmuyor. Çıkarlarının çakıştığı ülkelerin iktidarları ile de iktidar/ güç mücadelesine tutuşabiliyor. Kavgası için belirlenen ülkenin, tüm iç işlerine karışmaktan ve ülkeyi karıştırmaktan geri durmayarak, stereotype – klişe, basmakalıp- haberlerle tüm dünyayı anında bilgilendirme aşkı ile tutuşarak, yayınlarını canhıraş bir şekilde yapmak için elinden geleni yapar. Bunun önüne bir nebze geçebilmek için ülkelerin İngilizce haber servis eden kanallar kurması ve bu kanallar aracılığı ile dünyayı bilgilendirmesi oldukça önemlidir.

Son yıllarda sosyal medyanın etkili ve etkin kullanımıyla ana akım medyanın gücünün hafiflediğini söyleyebiliriz. Sosyal medya aracılığı ile bireysel kullanıcıların her biri medya mensubu gibi olay yerinden anında bilgi ve yayın paylaşabiliyorlar. Ayrıca ülkeler hem kendi resmi dillerinde hem de İngilizce olan resmi profillerinden olaylar hakkında haberler paylaşılarak dünyayı anında bilgilendirebilmekteler. Sosyal medyanın etkin kullanımı için, Mısır’da başlayan Arap Baharı’nı, Suriyeli Bana sayesinde Halep’teki kuşatmayı, ABD’nin Ferguson kasabasında siyahi gencin polis tarafından öldürülmesi ile başlayan olayları ve 15 Temmuz darbe girişimine karşı Türk halkının kalkışmadan haberdar edilmesi ile halkın kolektifleşmesini gösterebiliriz.

George Orwell 1984 adlı kitabında egemen iktidarın düşürülebilmesi için dört yöntem sıralamıştır. Bunlar: “Bir dış güç tarafından alt edilecektir, ya ülkeyi yönetmekte kitlelerin başkaldırmasına yol açacak kadar yetersiz kalacaktır, ya güçlü ve hoşnutsuz bir orta kesimin doğmasına engel olamayacaktır ya da kendine olan güvenini ve yönetme isteğini yitirecektir.” şeklindedir. Kitapta verilen yöntemlerin tarih boyunca siyasi iktidarların etkisiz hale getirilmesi için birçok kere denendiğine zaten şahit olduk. İster kartel, ister ana akım medya olarak nitelendirilen medyanın, bu yöntemlerin uygulanması noktasında hiç şüphesiz her zaman desteğiyle var olmaya devam edeceğini söyleyebiliriz.

Medya ile iktidarın arasının iyi olması mı, yoksa aralarında sürekli bir mücadelenin mi olması daha iyidir meselesi, duruma ve şartlara göre tartışmalı bir meseledir. Medya ile iktidar kavgasının, gücün kimde olacağına dair bir mücadele olduğuna daha önce değinmiştik.  Asıl üzerinde durulması gereken, bu mücadelenin de ötesinde mutlak gücü kimin istediğidir. Dünya insanı ve bir ülkenin vatandaşı olarak bizlerin yapması gereken şeylerin başında, eleştirel akıl sahibi olarak iyi birer medya okuryazarı olmak, farkındalık sahibi olarak çıkarım yapmak gelmektedir. Bu yolu kullanarak, olayların zaman içinde benzerliklerle tekrar ettiğinin farkındalığına varıp, gerçekleşen ve gerçekleşecek olaylara karşı daha aklıselim refleksler alınmasını sağlayabiliriz.

Not: Bu yazı Ukba Dergisi'nin 3. sayısında yayınlanmıştır.

28 Mart 2017 Salı

DİZGİNLER KİMİN ELİNDE

İktisat dersleriyle geçmişi bulunan herkesin aşına olduğu şey: sınırsız insan istekleri ve bu isteklerin karşısındaki kıt kaynaklar sorunsalıdır. İktisat bu sorunsalını çözmek için en etkin ve etkili yöntemi/yöntemleri arar.

İktisadın diğer cevabını aradığı konulardan biri de, sınırsız insan isteklerinin kaynağıdır. İhtiyaçlar, insanın içgüdüsel olarak doğasında bulunan mı, yoksa toplumsal çevresiyle ilintili olarak sonradan gelişen ve gelişimi devam eden öğrenilmiş bir gereksinim türü müdür? Birçok iktisatçı bu konuda görüşlerini beyan etmiştir.

Karl Marx insanların bu sınırsız isteklerini aç gözlülük ve bencillik olarak tanımlamış ve bunun insanın doğasına ait bir güdü olduğunu savunarak adını kapitalizm koymuştur. Marx kapitalist sistemin yok olmaya mahkûm olduğunu ve bu süreci proletarya dediği emekçilerin başlatıp bitireceğini İhtilal (yıkım) Teorisi ile savunmuştur. Marx’a göre: bencil, emek sömürücü, sefalet, esaret ve şiddet hegemonyası kuran Kapitalizmin yıkılmasının ardından ortalığın temizleneceğini, yeni düzenin kurulacağını yani kapitalistlerin elinde bulunan üretim mallarının topluma mal edileceğini, böylece sosyalizme geçileceğini savunmuştur.

Marx’ın Sosyalizmde: toplum içinde bulunan her birey kendi yetkinliklerince üretime katkıda bulunur ve katkıda bulundukları / verdikleri oranında gelir elde ederler. Sosyalizm sürecini tamamlayan ve bunu sindiren toplum olgunluk seviyesine ulaşır ve böylece Komünizme zemin hazırlar.

Marx’ın Komünizmi: toplum içinde bulunan her birey kendi yetkinliklerince üretime katkıda bulunurlar fakat Komünizminde Sosyalizmden farklı olarak, kendi yetkinlik ve becerileriyle topluma destek olan bireylerin sadece ihtiyaçları kadarıyla gelire sahip olmak istemeleridir. Marx’in ütopik toplumsal sistemi bu haliyle bir çok eleştiriye maruz kalmıştır. İnsanın sınırsız olan isteklerini ehlileştirecek ve doğasından geldiği savunulan aç gözlülüğü ve bencilliğini böyle bir sistem nasıl sınırlandıracaktır? Sistemler insanların gönüllülük esasına göre işleyebilirler mi? Sivil toplum kuruluşlarında dahi gönüllü olarak ayıracak zamanı olmayan insanların, zamanlarını harcayarak kazandıklarını başkalarına vermesi hatta paylaşması din, vicdan rahatlatma ve yasal zorunluluk gibi itici bir kuvvet olmadan gönüllü yapacakları bir eylem olmayacaktır.Bu ve bunun gibi sorulara cevap veremediği için Marx’ın bu olgunlaşan ve olgunlaştıkça insan isteklerini ehlileştiren sistemleri ütopya olarak kalmıştır.

Thorstein Veblen ise insanı, çevresel ve kültürel faktörlerin etkilediğini ve oluşan koşulların insanı açgözlü/bencil ve gösterişçi olmaya ittiğini belirtmiştir. Veblen 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında yaşamıştır. Tam da kapitalizmin şuan tanımlanan haline geçişine canlı olarak tanık olmuş olan iktisatçı, gözlemleri ile iktisat düşünce dünyasına aylak sınıfı teorisi (the theory of the leisure class) ve gösterişçi tüketim kavramıyla önemli katkılarda bulunmuştur.

Veblen, aylak sınıfı teorisinde aylaklığı, zamanın üretici olmayan tüketimi olarak tanımlar. Hep hayallerini süsleyen zengin zümrelere özenen fakirlerin, iş fırsatlarını akıllıca kullanarak elde ettikleri ya da miras yoluyla servet sahibi olanların (sonradan görme kişiler) ulaştıkları servetleri hayatlarının geri kalan zamanında, çalışmayarak harcamalarını ele alır. Çalışmadan yaşayan sınıfın, yaptıkları aşırı harcamaların toplumun kalanı için bir üstünlük göstergesi olarak algılanmasından büyük bir keyif aldıklarını ve bunu reklamlaştırdıklarını savunan Veblen, aylak sınıfın yaptığı aşırı harcamaları ise gösterişçi tüketim olarak adlandırır.

İnsanın açgözlü ve bencil olarak nitelendirilmesine neden olan sınırsız ihtiyaçlarının kaynağı olarak gösterilen içgüdüler ve toplumsal çevreler konusunda iki iktisatçının görüşlerine değindikten sonra, 21. yüzyılda insanın sınırsız ihtiyaçları konusunda ne durumda olduğuna bir bakalım.
Tüketim insan varlığı ve toplumun devamlılığı için zorunlu bir unsurdur. Fakat beslenme, barınma, güvenlik, giyinme, sağlık ve sosyal ihtiyaçlar düzeyinde yapılan tüm hayati tüketimin dışında bulunan harcamalar, tüketim kültürünün zorunluğu kıldığı, olmazsa olmazlar olarak bağımlılık yaratılan ürün ve hizmetler olarak gösterişçi tüketim başlığı altında toplanabilir.

Kapitalist endüstrinin, tüketimi arttırmak için keşfettiği en verimli süreç, insanın ihtiyacı olup olmadığını dahi bilmediği bir ürünü satın alma eğilimine girmesidir.(Çünkü üretici kendi varlığını ve karlılığını sürdürebilmek için üretmek ve ürettiklerine alıcı bulmak zorundadır.) Peki bu nasıl oluyor: önce suni ihtiyaçlar / gereksinimler yaratılıyor ve buna sahip olmanın “dünyanın en harika şeyi” olduğuna inandırılarak tüketici ikna ediliyor ve zaten sınırsız ihtiyaçlara sahip olan insanın bu teklife hayır demesi çoğunlukla olası olmuyor. Bu ikna sürecinin itici kuvvetleri olarak firmaların kendi reklam, promosyon ve sponsorluklarının yanında, içinde yaşanılan toplumun sosyal düzeyi ve kültürünü de sıralayabiliriz.

Geert Hofstede’nin kültürü açıklamada kullandığı parametrelerden biri de bireycilik ve toplulukçuluk-dur (individualism/collectivism) .Bu parametre, bir kültürün üyelerinin kendilerini nasıl tanımladıklarını baz alır. Bireyci olan toplumdaki insanlar kendilerini toplumdan bağımsız olarak görürken, toplulukçu olan toplumlar kendilerini toplumla bağlı olarak tanımlar. Hofstede ulusların gelirinin arttıkça bireyciliğe doğru ilerlediklerini de ayrıca savunur. Veblen’in gösterişçi tüketim tanımlaması kültürlerle ilintili olduğundan Hofstede’nin toplulukçu olarak tanımladığı toplumlarda daha fazla görülmektedir. Buna örnek olarak: adet, gelenek ve göreneklerine bağlı bulunan toplumlarda “millet ne der” mottosu altında gösterişçi tüketiminin zirveye ulaştığı harcamaların yapılmasını verebiliriz. Ayrıca Veblen gösterişçi tüketim türünde kadınlara da vazifelerin düştüğünü ve kadınların da ek görevi olduğunu savunmuştur; aylak sınıfı teorisinde gösteriş yapanların dış dünyaya karşı şaşalı duruşlarının arkasında, evlerinde bir o kadar sefil halde olduklarını o zamanın şartlarınca açıklar. 21. Yüzyıl şartlarında sosyal paylaşım sitelerinin artışı ve yaygın kullanışı ile gösterişçi tüketim artık sadece dış dünyada değil evlerde de göze çarpmaktadır. Evler daha güzel, sunumlar daha lüks ve çok olmalı ki çekilen fotoğraflar daha çok beğeni alsındır. Evin diğer odaları vasat haldeyken, konukların ağırlandığı salonların köşk odalarından farkının bulunmayışı, misafir yemek takımları, çay setlerinin bulunması, misafirlere özel sunumluk yemeklerin yapılması da kadınların ek görevlerindendir. Burada dikkat çekici diğer bir ayrıntı ise, tüketimi bireyler kendi konforları için değil, diğer bireylerin beğenileri için yapıyor oluşlarıdır.

Günümüz tüketim şekillerini, bireyin hayati ihtiyaçları mı, yoksa kültürün, toplumun ve ekonomik koşulların şekillendirdiği suni gereksinimlerin mi belirlediği sorusunun cevabına, dikkatsiz gözlemler yaparak dahi kolayca ulaşılabilir. Bu düzeyde baktığımızda sınırsız olan insan ihtiyaçlarını günümüz şartlarının sosyal, ekonomik ve kültürel durumuyla ehlileştireceğini savunamayız. Aslında insan tüketerek daha fazla tükenilmeye odaklamıştır; bu tükenilme sadece maddi değil aynı zamanda manevi, ruhsal ve çevreseldir de.

İnsanın en pervasız ve israflı şekilde tükettiklerinin başında kendisine ücretsiz olarak sunulan hayat süresi gelir. Bu sürenin birçoğunu hayatını idame ettirebilmek için sermaye olarak kullanırken, insan bu sürenin sınırlı olduğunu ve kendinden verdiğinin göz ardı ederek, sermayesini tükettiğini yani tükettiğinin/tükenenin “kendi” olduğunu zaman içinde unutur. Alınan her nefes, geriye kalanlardan eksilendir. Bu bağlamda hayatı ciddiye alarak yaşamak isteyen her bireyin, yaşam kalitesini arttırması için yapması gereken şeylerin başında :“ farkında olarak yaşamak” bilinci gelmektedir. Farkındalık bilincini geliştiren için, sınırsız isteklerini ehlileştirmek, gerçek ihtiyaçlarını belirlemek daha kolay olacaktır. Bunun yanında İsmet Özel’in belirtiği gibi: “ ‘Ne derler acaba’ diye kahrolası bir put vardır!” işte bu put devrildiğinde, kişi kendini bağlayan birçok ipten kurtulup bağımsızlığına da kavuşacaktır.

Ukba Dergisinin 2. sayısında yayınlanmıştır. 01 Ocak 2017


ETE KEMİĞE BÜRÜNMÜŞ REKLAM PANOLARI

                                              Dost başa, düşman ayağa bakar. (Türk Atasözü)

Kapitalizm, en çok tartışılan ekonomik sistemlerin başında gelmektedir. Kimisine göre sonunu yine kendi hazırlayan bir sistemken, kimine göreyse asla sonu gelmeyecek bir tüketim, üretim ve sermaye çılgınlığıdır. Teorik bazda tüm eleştirilerin ve yorumların etkisinde kalmamak mümkün olsa da sosyal hayatın işleyişinde sistemin içinde gönüllü ya da gönülsüz katılımcılar olarak yer almaktayız.

Sosyal hayat bazında kapitalizmin etkileri gözlemlenmek istenirse, ilk bakılması gereken konulardan biri moda kavramı olmalıdır. Moda; kapitalizmin dayatmalarından biri olan “tek tip tüketim” modelinin başlıca araçlarındandır. Türk Dil Kurumu’na göre, moda: “Değişiklik gereksinimi veya süslenme özentisiyle toplum yaşamına giren geçici yenilik. “Diğer bir tanımıyla: “Belirli bir süre etkin olan toplumsal beğeni, bir şeye karşı gösterilen aşırı düşkünlük.”  Tanımlara bakacak olursak toplumu etkileyen yönleri; özenti ve aşırı düşkünlük halleri, kapitalizm açısından kullanılan yönleri ise; geçici ve belirli bir süre etkin olmasıdır.

Yılda dört sezon olarak moda eğilimleri (trendleri) belirlenir, dünyaca ünlü firmalar bu trendlere göre koleksiyonlarını üretmeye başlarlar ve dünya halklarının beğenisine sunarlar. Bu durum, kapitalizm açısından, “Her talep kendi arzını yaratır.” Keynesyen görüşünün aksine, “Her arz kendi talebini yaratır”  (Say Yasası) klasik iktisatçı görüşün etkisini ve etkinliğini göstermekte; moda olgusunun kapitalizmin nasıl büyük bir aracı olduğunu ispatlamaktadır.

Moda eğilimlerinin (trendlerin) belirlenmesi aşamasında üretim sektörünün büyük markaları konuya dâhil olmaktadırlar. Moda olgusunun var olma sebeplerinden biri de markaların piyasa arzlarıdır. Peki, marka nedir? Amerika Pazarlama Derneğinin tanımına göre marka: “ürünlerini satışa sunan kişilerin söz konusu bu ürünleri tanımlamak ve piyasadaki diğer emsallerinden ayırabilmek için kullandıkları isim, sembol, tasarım veya bunların çeşitli kombinasyonlarıdır.” Diğer bir marka tanımı da; müşteri ve tüketicilerden gelen, onların imgelerinde algılanan duygusal ve işlevsel getirilere dayanan, ayrıcalıklı bir konum yaratan tüm izlenimlerin içselleştirilmiş bir özetidir. Aynı ya da farklı, çeşitli niteliklerde ve sektörlerdeki ürün/hizmetlerin birbirinden kolayca ayrılmalarını sağlayan, yapılan ürün/hizmet dizaynları ve çalışmaları ile benzerlerinden farklılaştırılan, ürün ile birlikte onu piyasaya sunan kişileri ve firmaları da tanımlayan, basım ve yayım yoluyla geniş kitlelere duyuran, tanıtan, onları başkalarının taklit etmesi ya da haksız davranışları karşısında ait olduğu ülkenin ya da uluslararası hukuk kurallarının çerçevesinde koruyan; isim, sözcük grubu, harf, rakam, renk,  şekil ve dizayn bileşimine marka denir. (Ak, 1998, s:121)

Günümüz şartlarında bir ürünün hangi markaya ait olduğunu ürün üzerinde ki logo veya şekle göre, hizmette ise koku, müzik ve slogan ile tespit etmek artık çok kolaydır. Büyük markalar, yıllık ya da sezonluk olarak belirlenmiş moda trendlerini kendi markalarına göre uyarladıktan sonra manken, futbolcu, şarkıcı, oyuncu veya şov dünyasından ünlü kişilerle yaptıkları büyük reklam veya sponsorluk sözleşmeleriyle gizli ya da açık olarak dünya kamuoyuna lanse ederler. İşte tam bu sunum ardından dünya insanları arasında başlayan” kim ne giymiş, ne yemiş, hangi arabaya binmiş, nasıl makyaj yapmış, saçını hangi renge boyatmış, ne dinliyor, hangi spor takımını tutuyor, nereye tatile gidiyor… gibi birçok soru işaretinin insanların beyninde tek tek belirmeye başlamasının ardından firmalar markaları için tam da istedikleri ortamı oluşturuyorlar ve ardından susamış toprak gibi küresel piyasaya sundukları arzları meraklı alıcılarını bekliyor.

Tam da bu süreçte asıl konumuza giriş yapabiliriz. Alıcılar satın alma tercihlerini nasıl yaparlar?
Tüketicilerin marka fonksiyonu anlayışı işletme yönetimi içinde, markaların fonksiyonları başlığı altında 4 gruba ayrılmaktadır. Bunlar, kalite güvence fonksiyonu, kişisel kimlik fonksiyonu, sosyal kimlik fonksiyonu ve statü fonksiyonudur. Tüketiciler mevzu bahsi geçen fonksiyonlara göre satın alma tercihlerini yapmaktadırlar. Bunu bir araştırma ile örneklendirebiliriz.
Üniversite öğrencileri arasında yapılan cep telefonu marka seçimi araştırmasının verilerine göre bir markanın tercih edilmesinin nedenleri aşağıdaki gibi ortaya çıkmaktadır;

  • Markanın kaliteli olması,
  • Markanın güvenilir oluşu,
  • Markanın ünlü kişiler tarafından kullanılması,
  • Arkadaş çevresinin bu markayı kullanması,
  • Markanın modaya uygun olması,
  • Kullanılan marka ile arkadaşları arasında havasının olması,
  • Kullanılan marka ile çevresinde ilgi odağına dönüşmesi,
  • Markanın şekli, logosu, ismi, şekli kolayca tanınmayı sağlıyor,
Araştırma sonuçlarından da anlaşılacağı gibi küreselleşmenin yaygınlaşması ile marka seçimlerinin kişilerin kalite ve güvence seçeneklerinden sonra, bağlantılı bulundukları sosyal çevreye kendilerini kanıtlayabilmek, statü kazanmak ve kazanılan statü ile bulundukları çevrede kalıcılığı sağlayabilmek için kendi çevrelerinde kullanımı yaygın ve ilgi odağı olan markaları seçtiklerini söyleyebiliriz.

Marka kullanımının kişiler üzerindeki etkisini hayatın içinden, herkesin karşılaşabileceği örnekler ile değerlendirirsek:

Yıllık vergisiyle bile, orta lükste bir araba alınabilecek bir arabaya sahip olan kişilerin, binlerce dolara satın aldıkları, benzini deyim yerindeyse su gibi içen araçlarını özel kapalı otoparklarda tutmaları ve sadece ayda birkaç sefer ve birkaç saat İstanbul sahili boyunca kullanmaları, statü kimliğinin kanıtlanması için katlanılan maddi değerlerin boyutlarını göstermektedir.

Yemek yemek ya da bir şeyler içmek için gittiğimiz mekânlarda gözlemleyebileceğimiz ilk şey: masaların üzerinde sıralanmış olan cep telefonları, araba anahtarları ve pahalı sigara kutuları… Yine bu durumu, kişilerin sahip oldukları marka eşyaları bir meta olarak kullanarak, karşısındakilere karşı kendi öz güvenlerini kanıtlamaya çalıştıkları şeklinde algılayabiliriz.

Marka tercihleri belirlenirken kalite ve güvencenin üst sıralarda yer almasına rağmen günlük hayatta bu durumun hiç de böyle olmadığının hemen herkes farkına varmıştır. Türkiye’de satışı dahi olmayan markaların -Türkiye standartlarına göre herkesin kolaylıkla sahip olamayacağı-sokaktaki birçok insanın kullandığına şahit olmuşsunuzdur. Bu durum taklit edilmiş markaların dahi birçok alıcısının olduğunu göstermektedir.

Toplu taşıma araçlarında yolculuk ederken, yolculardan birinin çalan telefonun hangi markaya ait olduğunu anlayabiliyoruz. Son teknoloji ile üretilen cep telefonlarında yüzlerce melodi seçeneği bulunmasına rağmen, melodi seçimi olarak sadece o marka telefonlarda bulunan ve markanın tanınmasına olanak veren melodinin zil sesi olarak seçilmesi,  hatta kullanılan telefonlar farklı olsa da en prestijli kabul edilen telefon markasının zil sesinin, zil sesi olarak seçilmesini diğer verdiğimiz örneklerdeki gibi ulaşılmak istenen/ arzulanan statü fonksiyonu ile açıklayabiliriz. Son zamanlarda ise markanın ilk kullanıcılarından olabilmek için verilen mücadeleler ise başka bir yazının konusudur.
Kapitalizmin insan varlığı üzerindeki en büyük hegemonyası “tek tip tüketim ile tek tip insan” oluşturmaktır. Dünya insanlığının satın alma tercihleri ve empoze edilmiş ürünlerin satın alınma eğilimi ile kapitalizmin işleyen çarklarına yağ sürmektedir. Firmalar, markalar aracılığı ile insanlara yeni hayat umutları satarlar; insanlar da bu satın aldıkları ürünler ve hizmetlerle sunulan yeni hayata/ yeni umuda dâhil olduklarını sanırlar fakat aslında bu sadece bir pazarlama stratejisidir ve ürünü alarak siz de bu stratejinin başarıya ulaşmasına vesile olursunuz. Ayrıca insanların marka ürünleri kullanarak firmalara bir yandan para kazandırırken bir yandan da bu markalar için bilinçsiz çalışanlar olduğunu, aslında ete kemiğe bürünmüş reklam panoları gibi tüm çevrelerde markaların reklamını yaptığını söyleyebiliriz.

Sonuç olarak yapılan tanımlar ve verilen örnekler günlük hayatımızda, son zamanlarda sıklıkla karşılaştığımız olayların hiç de normal olmadığını, aslında insanların kendilerini topluma kanıtlamak, statü kazanmak ve bulundukları sosyal çevrede ilgi odağı olabilmek için markaların gücünü arkalarına almalarına acı bir biçimde şahit olmaktayız. Bu duruma bilgi düzeyi ve eğitimi ile toplum içinde varlık gösteremeyip, kendini kanıtlayamayan insanların, tüketim alışkanlıkları ve satın alabilme güçleriyle bir yer edinebilme çabalarının bir sonucu olduğunu da söyleyebiliriz. Lakin unutulmaması gereken asıl önemli nokta: “İnsanlar kıyafetiyle karşılanır fikirleriyle ağırlanır/uğurlanır.” demek olacaktır. Fikrin ve bilginin varlık gösteremediği bir toplumda, toplum tarafından kabul görmek uğruna tüketimin kölesi olarak, metalaştırılmış ürünlere tapınma ayinlerin devam etmesi, üretmeden sürekli tüketmeye kanalize olunması, bireyin kendi benliğinden ödün vererek kendine yabancılaşmasıyla sonlanacaktır.

Ukba Dergisi'nin 2. sayısında yayınlanmıştır. 1 Ocak 2017