Sosyal bilimlerin alanına giren konular için mutlak bir
doğrunun olmaması ve bulanık bilimin bu alanda varlığını sürdürmesi genel bir
görüş olarak önümüzde yer almaktadır. Sosyal bilimlerin ilgi alanına giren
kavramlar için de aynı yargıyı sürdürebiliriz. Amprik olarak kesin sonuçlara
ulaşılamadığı için kime göre , neye göre soruları sosyal bilimlerin alanına
giren kavramlar için sürekli cevaplanması gereken sorular olarak devam
edecektir.
Bu bağlamda baktığımızda “sivil toplum” kavramı için de net
bir tanımlama yapmamız mümkün olmasa da sivil toplum kavramının zaman
içinde çeşitli tanımlama ve aşamalardan geçerek günümüzdeki halini nasıl
aldığının hikayesine bakabiliriz.
Batı menşeli olan sivil toplum kavramının tarihsel sürecine
baktığımızda ilk karşımıza çıkan Antik Yunan düşünürü Aristoteles oluyor.
Aristoteles sivil toplumu “yasalarla belirlenmiş kurallar sistemi içindeki
özgür ve eşit kabul edilen yurttaşların bir siyasal toplumu” olarak tanımlar.
Bu tanımlama ile Şehir (Polis) içinde yaşayan ( özgür, köle olmayan ve kadınlar
hariç ) bireyler devletin bir üyesidir ve birbirlerine zarar vermeme
yükümlülüğü ile yasal çerçeve içinde bulunabilirler. Sivil toplum devletten
ayrı olarak düşünülemez, devlete karşı olmak yoktur, devlet vardır ve her şey
devlet içindir. Devlet tanrısal bir boyuta taşınmıştır ve devletin çıkarları
doğrultusunda topluma ve bireylere karşı her türlü müdahale yapılabilmektedir.
Benzer bir görüşü Osmanlı’daki Adalet Dairesi ( Circle of Justice Equity)
anlayışında da görebilmekteyiz.
İlerleyen dönemde helenistik felsefeye baktığımızda, bireyin
amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendini özgür ve güvende hissettiği
şehir devletlerinin yerini imparatorluklara bırakması ile bireyin genişleyen
dünyasında kendini yalnız , boşlukta hissetmesi ile bireyin kendine
yabancılaşmış olması Helenistik felsefenin ilgisini bireye yöneltmiştir.
Böylece bireyi merkeze alan iki yeni felsefe akımı olan Epikürcülük ve
Stoacılık ortaya çıkmıştır. Bu iki düşüncenin sivil alan için önemli
katkılarına baktığımızda, “birey, altında bulunduğu siyasal otoritenin zorunlu
bir kölesi değil; aksine devlete yön veren, onun üstüne çıkan, hayattaki en
kıymetli varlıktır. Birey için aslolan şey kendini feda edeceği bir kamusal
otorite değil, aksine kamusal otoriteyi kendi hizmetine sokarak mutluluğunu
tesis etmesidir. Birey-devlet ilişkisinde merkezi konum Antik Yunan
düşüncesinde ortaya konduğu gibi devlete değil, bireye aittir.” Bireyi merkeze
alan düşünce ilk kez geliştirilse de sivil toplum tanımlaması için net bir olgu
gelişmemiştir.
Aydınlanma döneminin hazırlayıcısı olan merkezi yapının ve
feodalitenin zayıflaması, sanayi devrimi ile birlikte yeni ekonomik araçların
ortaya çıkması, bunun yeni şehirlerin kurulmasına sebep olması ve sonuç
olarak burjuvazinin ortaya çıkması gibi Avrupa’da yaşanan bu tip gelişmeler
sivil toplum tanımının yeniden ele alınmasına zemin hazırlamıştır.
Doğal hukuk savunucularından Thomas Hobbes , “her insanın öz
güvenliğini sağlamaya eğilimlidir; bunun için başkalarıyla her türlü
rekabete girebilir.” derken, bunu herkesin herkese karşı savaşı olarak
tanımlar. “İnsan insanın kurdudur.” Doğa durumunda hiçbir ahlaksal kaygı,
etik, yasa ve hak yoktur. Böyle bir durumda insanlar, sürekli bir
itişmenin, savaşın içinde oldukları için sürekli tehlike oluşturup aynı zamanda
da tehlikenin tam göbeğinde bulunmaktadırlar. Bu durumun önüne geçebilmek için
toplumsal örgütlenmenin sağlanması ve devletin kurulması gerekmektedir ki
böylece yasalar eşliğinde güvenle yaşamak mümkün kılınabilsin. Doğa durumundan
çıkıp sivil toplum düzenine geçmeyi sağlayan toplum sözleşmesi, bireylerin
haklarını uzlaşmayı sağlaması için yöneticiye devrettikleri hususunda
sözleşmeleridir. Yöneticiye verilen bu yönetme hakkı mutlaktır, devredilemez ve
geri alınamaz. Toplum sözleşmesi mutlak güçle bireyler arasında değil,
bireylerin kendi aralarındadır. Bireyler devletin verdiği ölçüde haklara
sahiplerdiler ve yasa koyucu olan devlete karşı çıkıldığında , yasalara
uyulmadığında çatışmanın çıkacağı ve tekrar doğa durumu haline dönüleceği
öngörülmektedir. Uzlaşmayı ve düzeni korumak için kurallara ve yöneticiye
uyulmalıdır. Bu tanımlamada, siyasal toplum ile sivil toplum kavramlarının iç
içe geçtiği bir görüşle karşılaşmaktayız. Aristoteles’in sivil toplum
anlayışında şehir sınırlarında bulunan bireyler şehrin düzenini korumak için
kurallarına uyma zorunluluğu varken, Hobbes’un tanımının başlangıç noktasında
bireyin çıkar ve rızası aranır, fakat iki tanımlamada da devletin mutlak,
kapsayıcı kamusal alanına varılmaktadır. Her iki tanımlamada da sivil
toplum, devletten bağımsız olarak görünmemektedir.
Diğer bir toplum sözleşmeci olan Locke, Hobbes gibi doğal
yaşam halindeki insanların, uyumu bir sözleşme ile tesis edeceklerini böylece
devletin kurulmasının kaçınılmaz olduğundan da yargılama yetkisinin siyasal
topluma yani devlete verileceğini savunur. Hobbes’dan ayrı olarak Locke
devletin mutlak gücünü kabul etmez, devlet sınırlı yetkilerle donatılmıştır ve
devlet, devamlılığı kişilerin kutsallarını koruduğu sürece devam ettirebilecektir.
19. yüzyıla gelindiğinde, Hegel sivil toplum kavramına yeni
bir görüş getirerek siyasal hayat/ devlet- sivil toplum dilemmasını yıkmıştır.
Hegel etik hayatı üç alana; aile, sivil toplum ve devlet olarak bölmüştür. Bu
tanımlaması ile devlet – sivil toplum ayrımını ilk yapan düşünür olmuştur. Aile
yaşamının karşılıklı sevgi, saygı, itaat, fedakarlık , birliktelik , güven gibi
ortak duygusal normlar çevresinde şekillense de insanın kendini
gerçekleştirmesi için yeterli imkanlara sahip olmadığını, ekonomik bir alan
olan sivil toplumunsa hırs, rekabet, çatışma gibi tamamen insanların kendi
çıkarlarını barındıran normlar tarafından çevrildiğini savunur. Bu çatışmacı
ortam, aile ortamındaki insanın kendini gerçekleştirmesi için fırsatlar sunsa
da insanları karşı karşıya getirerek düşman olmalarına neden olmaktadır. Hegel,
sivil toplumu burjuva toplumu olarak nitelendirdiğinden, devletin burjuva
toplumunun korunması için gerekli olan ve bu nedenle sivil topluma üstün
olan bir varlık olduğunu savunur. Bu çatışmacı ortamın çözüm bulucusunu ise
Hegel devlet olarak göstermekte ve sivil toplumun doğal bir durum olmadığını o
nedenle denetim ve müdahalesinin devlet tarafından yapılması gerektiğini dile
getirir.
Marx ise sivil toplumu devlete bağlı olmaktan çıkarmış, çatışmayı
çıkaran ve devlet tarafından denetlenen değil, devleti belirleyen ona yön veren
bir alan olarak tanımlamıştır. Devlet ve sivil toplum arasında alt-üst yapı
ilişkisi vardır. Devlet üst yapı, sivil toplum altyapıdır. Sivil toplumu Hegel
gibi burjuva olarak gören Marx, ekonomik faaliyetlerin alanı olarak alt yapıyı
yani sivil toplumu işaret eder. Bu nedenle ekonomiyi elinde
bulunduranların üst yapıyı yani devleti tayin ettiğini savunur.
Yine aynı çatışmacı ekolde bulunan Gramsci ise sivil toplumu
Marx gibi alt yapı olarak değil, devlet gibi bir üst yapı olduğunu söyler ve
üst yapıyı hegemonya ile ilişkilendirir. Hem devletin hem de sivil toplumun üst
yapıyı birlikte oluşturduklarını, devletin üst yapının politik unsurlarını
kullanarak, sivil toplum ise üst yapının kültür unsuru ile
devletin hegemonyasına destek olduğunu yönünde görüş bildirir.
Sivil toplum kavramına günümüze en yakın tanımlamayı
kazandıran sivil toplum kuramcısı Tocqueville’dir. Tocqueville’e göre, gücü
elinde bulunduran ve kötüye kullanan iktidarlar karşısında çaresiz kalan
halkın, dernek ve vakıflarla bir araya gelerek örgütlenmesi ve
sorunlarını bu yöntemle çözüme kavuşturması gerekir. Bu şekilde devlete
bağımlılığın, bir sorun olduğunda “devlet nerede” söyleminin değil, kurumlar ve
organizasyonlar aracılığıyla sorunların çözüme kavuşturulacağını belirtir.
Sivil toplum kavramına ayrı bir organizasyon tanımlamasını ilk yapan kişi
de yine Tocqueville’dir.
Genel hatlarıyla sivil toplum kavramının tarihsel sürecine
baktığımızda bir çok tanımlama ile karşılaşmaktayız. Süreçlere baktığımız zaman
bir sivil toplumdan bahsedebilmemiz için birey, toplum, ekonomi ve siyasetin
bir takım süreçlerden geçmesi gerektiğini tecrübe etmiş oluyoruz. Günümüzde bir
sivil toplum tanımlaması yapacak olursak; devlet gibi siyasi bir otoritenin
baskı ve denetiminden uzak, kendi kaderini kendi tayin eden ve özgür
kararlarını alan, bu ortak çıkar ve kararları hayata geçiren bireylerin
gönüllülük esasına göre rasyonel bir biçimde eylemde bulundukları bir alan şeklinde
yorumlayabiliriz. Bir toplumun sivil toplum olma unsurları: Özgürlük, özerklik,
kamusal akıl yürütme, çoğulculuk, yasallık, gönüllü örgütlenme, esneklik,
gelişmişlik, şeffaflık, devletten bağımsızlık, farklılaşma ve ortak iyinin
hedeflenmesi şeklinde bir tanımlamaya gidebiliriz. Bu unsurları taşımayan bir
toplumda günümüz şartlarıyla sivil toplumdan bahsetmek çokta inandırıcı
olmayacaktır.
Sivil toplum/alan kavramının günümüzde akla ilk getirdiği
şeylerden biri Sivil Toplum Kuruluşları olmaktadır. Sivil toplum içinde bulunan
bireyler hukuksal ve demokratik çerçeveler içinde örgütlenme ve kurumlaşma ile
kolektif bir güç kazanarak ortak çıkar, ortak fayda, ortak iyi ve ortak
isteklerle siyaseti etkilemek için meşru her türlü çalışmada bulunabilir.
Sivil toplum STK’lardan bağımsızdır, sivil toplum oluşmadan STK’ların oluşması
beklenemez. Bu bağlamda baktığımızda STK’lar sivil toplumun bir sonucu
olmaktadır. Bu kurumlar, kar amacı gütmeyen kuruluş (non- profit organisation),
devlet dışı kuruluş (non-governmental organisation), sivil toplum
kuruluşu, sivil toplum örgütü, gönüllü örgütü ya da üçüncü sektör
şeklinde adlandırılırken bu tanımlamalarda da net bir görüş yoktur.
Kişisel müdahalelerle devlet sisteminin değiştirilemediği
gelişmiş toplumlarda, sivil alanın ve STK’ların geliştiğini ,
karşılaşılabilecek her sorun için bir STK’nın olduğu yine bu toplumlarda
STK’larla yapılacak iş birliği ile demokrasinin güçlendirdiği, güçlenen
demokrasinin de STK’ları güçlendirdiğini gözlemleyebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder