15 Ağustos 2018 Çarşamba

STK'LARDA DİJİTAL İLETİŞİM

We are social ve  Hootsuit tarafından hazırlanan “Digital in 2018 in Western Asia 2018”  istatistik verilerine göre, nüfusunun % 67’si  aktif internet kullanıcısı , % 51’i aktif sosyal medya kullanıcısı ve % 54’ü aktif mobil sosyal medya kullanıcısı olan ülkemiz, dijital iletişime elverişli pazarlardan biri durumuna gelmiştir.

Dünyanın yeni yeni endüstri 5.0 ‘ı konuştuğu bugünlerde temel dijital iletişimin araçları olan:  web siteleri, blog siteleri, forum siteleri, sosyal medya ağları, sohbet yazılımları, sms, mobile uygulamalar, e-posta ve e-bültenleri her kurumda etkin olarak kullanılır durumda değildir. Kurumların en kolay ve sık ziyaret edilen yüzü olan web siteleri güncelliğini korumazken, mobil kullanıma uygun olmayan arayüzlere sahip sitelerde görüntüleme sorunları yaşanmaktadır. Bu ve benzeri sorunlar dijital düşünme kapasitesindeki sorunları da ortaya koyarak, günümüz rekabet koşullarında kurumları ve kuruluşları rakiplerine göre dezavantajlı duruma düşürmektedir.

Yine aynı istatistik verilerine göre ülkemizde sırası ile , Youtube, Facebook , Whatsapp, Instagram , FB Messenger , Twitter, Google+, Skype, Snapchat, Linkedin, Pinterest ve Tumblr sosyal medya platformları kullanılmaktadır.

Sosyal medya platformları yaygın kullanımı ve bilginin hızlı dolaşımından dolayı kitleleri harekete geçirmede en etkin kullanılan araçlardan biridir. Bir tweet ile Arap Baharı, Gezi Parkı , toplu grevler, dünya kadın yürüyüşleri gibi büyük olaylar için binlerce insan sokağa dökülebileceği gibi Change.org sitelerden gerekli toplu imzalar toplanabiliyor, Instagram’daki bir post ile bir gecede binlerce liralık yardım kampanyaları tamamlanabiliyor, Facebook’un bir grubunda milyonlarca insan bir konunun destekçisi olmak için bir araya gelebiliyor. Sosyal medya platformlarının bu gücü sivil alan ve STK’lar için oldukça değerlidir.

Sivil toplum kuruluşları sosyal medya platformlarını etkin bir biçimde kullandığında kurumları hedefledikleri konuda farkındalık ve etki yaratmak için faaliyet yürütebilirler. Ayrıca özel sektör kurumlarının aksine kar amacı gütmeyen, düşük bütçeler ve kısıtlı kaynaklarla sahip sivil toplum kuruluşları için sosyal medya platformları amaca giden en maliyetsiz yollardan biridir.

Dijital iletişimde, dijital düşünmenin önemini de vurgulamak son derece önemlidir. Sivil toplum kuruluşları,  gönüllüleri ve bağışçıları ile iyi bir iletişim kurmak için yıllık faaliyet raporlarını, bağışçılardan aldıkları bağışları, proje kapsamlarını ve faaliyetleri gibi konulardaki bilgileri, şeffaflık ilkesi bağlamında dijital ortama taşıyarak halkın bilgisine sunması güven ve sadakat açısından önem arz etmektedir. Yine çoğunlukla sms yolu ile haftanın belirli günlerinde gönüllülerine ve bağışçılarına bağış yapmaları için bilgilendirme mesajı gönderen STK’lar ellerinde bulunan kullanıcı dataları ile daha gönüllü ve bağışçı odaklı bir mesaj içeriği ile iletişim sağlamaları da kurumları açısından farklılık oluşturacaktır.

STK’ların dijital iletişimini geliştirmek için sosyal girişimcilik içeren startup’ların içinde de yer alabilirler. STK’larla alanında en bilinen sosyal girişimlerinden olan Yuvarla ( alışverişlerde küsuratların  yukarı yuvarlanması ile belirlenen STK’lara bağış yapılır) ve Givin ( ikinci el eşyaların satılıp, ücretinin belirli STK’lara bağışlanması) gibi startup’ların çoğalması da STK’ların dijital iletişim için de etkinliğini artıracaktır.

STK’ların dünya iletişim trendlerine uyum sağlamak ve dijital dönüşüme eklemlenerek bağışçılarına ve gönüllülerine daha iyi ulaşabilmek için, Ulusal Ajans, AB fonları, Kalkınma Ajansları ya da özel kuruluşların (Radore Veri Merkezi STK’larda dijital dönüşüm projesi, TechSoup ve Google ortaklığı ile Gmail, Google Takvim, Google Drive servislerine, Youtube’un STK’lar için düzenlenmiş portalına ve Adwords’de 10,000 dolarlık bağış sistemi içerisinde hedef kitleye erişim imkanı) başlattığı birçok projeye ya ev sahipliği yapıyor ya da direkt katılımcı olarak yer alıyorlar.


3 Temmuz 2018 Salı

TARİHSEL GELİŞİMİ DEVAM EDEN BİR KAVRAM OLARAK SİVİL TOPLUM



Sosyal bilimlerin alanına giren konular için mutlak bir doğrunun olmaması ve bulanık bilimin bu alanda varlığını sürdürmesi genel bir görüş olarak önümüzde yer almaktadır. Sosyal bilimlerin ilgi alanına giren kavramlar için de aynı yargıyı sürdürebiliriz. Amprik olarak kesin sonuçlara ulaşılamadığı için kime göre , neye göre soruları sosyal bilimlerin alanına giren kavramlar için sürekli cevaplanması gereken sorular olarak devam edecektir.

Bu bağlamda baktığımızda “sivil toplum” kavramı için de net bir tanımlama yapmamız mümkün olmasa da  sivil toplum kavramının zaman içinde çeşitli tanımlama ve aşamalardan geçerek günümüzdeki halini nasıl aldığının hikayesine bakabiliriz.

Batı menşeli olan sivil toplum kavramının tarihsel sürecine baktığımızda ilk karşımıza çıkan Antik Yunan düşünürü Aristoteles oluyor. Aristoteles sivil toplumu “yasalarla belirlenmiş kurallar sistemi içindeki özgür ve eşit kabul edilen yurttaşların bir siyasal toplumu” olarak tanımlar. Bu tanımlama ile Şehir (Polis) içinde yaşayan ( özgür, köle olmayan ve kadınlar hariç ) bireyler devletin bir üyesidir ve birbirlerine zarar vermeme yükümlülüğü ile yasal çerçeve içinde bulunabilirler. Sivil toplum devletten ayrı olarak düşünülemez, devlete karşı olmak yoktur, devlet vardır ve her şey devlet içindir. Devlet tanrısal bir boyuta taşınmıştır ve devletin çıkarları doğrultusunda topluma ve bireylere karşı her türlü müdahale yapılabilmektedir. Benzer bir görüşü  Osmanlı’daki Adalet Dairesi ( Circle of Justice Equity) anlayışında da  görebilmekteyiz.

İlerleyen dönemde helenistik felsefeye baktığımızda, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendini özgür ve güvende hissettiği şehir devletlerinin yerini imparatorluklara bırakması ile bireyin genişleyen dünyasında kendini yalnız , boşlukta hissetmesi ile bireyin kendine yabancılaşmış olması Helenistik felsefenin ilgisini bireye yöneltmiştir. Böylece bireyi merkeze alan iki yeni felsefe akımı olan Epikürcülük ve Stoacılık ortaya çıkmıştır. Bu iki düşüncenin sivil alan için önemli katkılarına baktığımızda, “birey, altında bulunduğu siyasal otoritenin zorunlu bir kölesi değil; aksine devlete yön veren, onun üstüne çıkan, hayattaki en kıymetli varlıktır. Birey için aslolan şey kendini feda edeceği bir kamusal otorite değil, aksine kamusal otoriteyi kendi hizmetine sokarak mutluluğunu tesis etmesidir. Birey-devlet ilişkisinde merkezi konum Antik Yunan düşüncesinde ortaya konduğu gibi devlete değil, bireye aittir.” Bireyi merkeze alan düşünce ilk kez geliştirilse de sivil toplum tanımlaması için net bir olgu gelişmemiştir.

Aydınlanma döneminin hazırlayıcısı olan merkezi yapının ve feodalitenin zayıflaması, sanayi devrimi ile birlikte yeni ekonomik araçların ortaya çıkması, bunun yeni şehirlerin kurulmasına sebep  olması ve sonuç olarak burjuvazinin ortaya çıkması gibi Avrupa’da yaşanan bu tip gelişmeler sivil toplum tanımının yeniden ele alınmasına zemin hazırlamıştır.

Doğal hukuk savunucularından Thomas Hobbes , “her insanın öz güvenliğini sağlamaya eğilimlidir;  bunun için başkalarıyla her türlü rekabete girebilir.” derken,  bunu herkesin herkese karşı savaşı olarak tanımlar. “İnsan insanın kurdudur.” Doğa durumunda hiçbir ahlaksal kaygı, etik,  yasa ve hak yoktur. Böyle bir durumda insanlar, sürekli bir itişmenin, savaşın içinde oldukları için sürekli tehlike oluşturup aynı zamanda da tehlikenin tam göbeğinde bulunmaktadırlar. Bu durumun önüne geçebilmek için toplumsal örgütlenmenin sağlanması ve devletin kurulması gerekmektedir ki böylece yasalar eşliğinde güvenle yaşamak mümkün kılınabilsin. Doğa durumundan çıkıp sivil toplum düzenine geçmeyi sağlayan toplum sözleşmesi, bireylerin haklarını uzlaşmayı sağlaması için yöneticiye devrettikleri hususunda sözleşmeleridir. Yöneticiye verilen bu yönetme hakkı mutlaktır, devredilemez ve geri alınamaz. Toplum sözleşmesi mutlak güçle bireyler arasında değil, bireylerin kendi aralarındadır. Bireyler devletin verdiği ölçüde haklara sahiplerdiler ve  yasa koyucu olan devlete karşı çıkıldığında , yasalara uyulmadığında çatışmanın çıkacağı ve tekrar doğa durumu haline dönüleceği öngörülmektedir. Uzlaşmayı ve düzeni korumak için kurallara ve yöneticiye uyulmalıdır. Bu tanımlamada, siyasal toplum ile sivil toplum kavramlarının iç içe geçtiği bir görüşle karşılaşmaktayız. Aristoteles’in sivil toplum anlayışında şehir sınırlarında bulunan bireyler şehrin düzenini korumak için kurallarına uyma zorunluluğu varken, Hobbes’un tanımının başlangıç noktasında bireyin çıkar ve rızası aranır, fakat iki tanımlamada da devletin mutlak, kapsayıcı kamusal alanına varılmaktadır.  Her iki tanımlamada da sivil toplum, devletten bağımsız olarak görünmemektedir.

Diğer bir toplum sözleşmeci olan Locke, Hobbes gibi doğal yaşam halindeki insanların, uyumu bir sözleşme ile tesis edeceklerini böylece devletin kurulmasının kaçınılmaz olduğundan da yargılama yetkisinin siyasal topluma yani devlete verileceğini savunur. Hobbes’dan ayrı olarak Locke devletin mutlak gücünü kabul etmez, devlet sınırlı yetkilerle donatılmıştır ve devlet, devamlılığı kişilerin kutsallarını koruduğu sürece devam ettirebilecektir.

19. yüzyıla gelindiğinde, Hegel sivil toplum kavramına yeni bir görüş getirerek siyasal hayat/ devlet- sivil toplum dilemmasını yıkmıştır. Hegel etik hayatı üç alana; aile, sivil toplum ve devlet olarak bölmüştür. Bu tanımlaması ile devlet – sivil toplum ayrımını ilk yapan düşünür olmuştur. Aile yaşamının karşılıklı sevgi, saygı, itaat, fedakarlık , birliktelik , güven gibi ortak duygusal normlar çevresinde şekillense de insanın kendini gerçekleştirmesi için yeterli imkanlara sahip olmadığını, ekonomik bir alan olan sivil toplumunsa hırs, rekabet, çatışma gibi tamamen insanların kendi çıkarlarını barındıran normlar tarafından çevrildiğini savunur. Bu çatışmacı ortam, aile ortamındaki insanın kendini gerçekleştirmesi için fırsatlar sunsa da insanları karşı karşıya getirerek düşman olmalarına neden olmaktadır. Hegel, sivil toplumu burjuva toplumu olarak nitelendirdiğinden, devletin burjuva toplumunun korunması için gerekli olan ve bu nedenle sivil topluma  üstün olan bir varlık olduğunu savunur. Bu çatışmacı ortamın çözüm bulucusunu ise Hegel devlet olarak göstermekte ve sivil toplumun doğal bir durum olmadığını o nedenle denetim ve müdahalesinin devlet tarafından yapılması gerektiğini dile getirir.

Marx ise sivil toplumu devlete bağlı olmaktan çıkarmış, çatışmayı çıkaran ve devlet tarafından denetlenen değil, devleti belirleyen ona yön veren bir alan olarak tanımlamıştır. Devlet ve sivil toplum arasında alt-üst yapı ilişkisi vardır. Devlet üst yapı, sivil toplum altyapıdır. Sivil toplumu Hegel gibi burjuva olarak gören Marx, ekonomik faaliyetlerin alanı olarak alt yapıyı yani sivil toplumu işaret eder. Bu nedenle ekonomiyi elinde bulunduranların  üst yapıyı yani devleti tayin ettiğini savunur.

Yine aynı çatışmacı ekolde bulunan Gramsci ise sivil toplumu Marx gibi alt yapı olarak değil, devlet gibi bir üst yapı olduğunu söyler ve üst yapıyı hegemonya ile ilişkilendirir. Hem devletin hem de sivil toplumun üst yapıyı birlikte oluşturduklarını, devletin üst yapının politik unsurlarını kullanarak,  sivil toplum ise üst yapının kültür  unsuru ile devletin  hegemonyasına destek olduğunu yönünde görüş bildirir.

Sivil toplum kavramına günümüze en yakın tanımlamayı kazandıran sivil toplum kuramcısı Tocqueville’dir. Tocqueville’e göre, gücü elinde bulunduran ve kötüye kullanan iktidarlar karşısında çaresiz kalan halkın, dernek ve vakıflarla bir araya gelerek örgütlenmesi  ve sorunlarını bu yöntemle çözüme kavuşturması gerekir. Bu şekilde devlete bağımlılığın, bir sorun olduğunda “devlet nerede” söyleminin değil, kurumlar ve organizasyonlar aracılığıyla sorunların çözüme kavuşturulacağını belirtir. Sivil toplum kavramına  ayrı bir organizasyon tanımlamasını ilk yapan kişi de yine Tocqueville’dir.

Genel hatlarıyla sivil toplum kavramının tarihsel sürecine baktığımızda bir çok tanımlama ile karşılaşmaktayız. Süreçlere baktığımız zaman bir sivil toplumdan bahsedebilmemiz için birey, toplum, ekonomi ve siyasetin bir takım süreçlerden geçmesi gerektiğini tecrübe etmiş oluyoruz. Günümüzde bir sivil toplum tanımlaması yapacak olursak; devlet gibi siyasi bir otoritenin baskı ve denetiminden uzak, kendi kaderini kendi tayin eden ve özgür kararlarını alan, bu ortak çıkar ve kararları hayata geçiren bireylerin gönüllülük esasına göre rasyonel bir biçimde eylemde bulundukları bir alan şeklinde yorumlayabiliriz. Bir toplumun sivil toplum olma unsurları: Özgürlük, özerklik, kamusal akıl yürütme, çoğulculuk, yasallık, gönüllü örgütlenme, esneklik, gelişmişlik, şeffaflık, devletten bağımsızlık, farklılaşma ve ortak iyinin hedeflenmesi şeklinde bir tanımlamaya gidebiliriz. Bu unsurları taşımayan bir toplumda günümüz şartlarıyla sivil toplumdan bahsetmek çokta inandırıcı olmayacaktır.

Sivil toplum/alan kavramının günümüzde akla ilk getirdiği şeylerden biri Sivil Toplum Kuruluşları olmaktadır. Sivil toplum içinde bulunan bireyler hukuksal ve demokratik çerçeveler içinde örgütlenme ve kurumlaşma ile kolektif bir güç kazanarak ortak çıkar, ortak fayda, ortak iyi ve ortak isteklerle  siyaseti etkilemek için meşru her türlü çalışmada bulunabilir. Sivil toplum STK’lardan bağımsızdır, sivil toplum oluşmadan STK’ların oluşması beklenemez. Bu bağlamda baktığımızda STK’lar sivil toplumun bir sonucu olmaktadır. Bu kurumlar, kar amacı gütmeyen kuruluş (non- profit organisation), devlet dışı kuruluş   (non-governmental organisation), sivil toplum kuruluşu,  sivil toplum örgütü, gönüllü örgütü  ya da üçüncü sektör şeklinde adlandırılırken bu tanımlamalarda da net bir görüş yoktur.

Kişisel müdahalelerle devlet sisteminin değiştirilemediği gelişmiş toplumlarda, sivil alanın ve STK’ların geliştiğini , karşılaşılabilecek her sorun için bir STK’nın olduğu yine bu toplumlarda STK’larla yapılacak iş birliği ile demokrasinin güçlendirdiği, güçlenen demokrasinin de STK’ları güçlendirdiğini gözlemleyebiliriz.




31 Ocak 2018 Çarşamba

KELEBEK ETKİSİ


Toplumuzdaki aile yapısının durumunu genel hatlarıyla kişilere sorduğumuzda, şu an içinde bulunduğumuz zamanda aile yapısının geçmişe göre daha bozulmuş olduğunu dillendirmeleri olasıdır. Bunun sebebi olarak; TÜİK verilerini ya da aile içi sorunların medyada görünürlük kazanmasıyla toplumun konu hakkındaki daha fazla bilgi edinmesini ileri sürebiliriz. Konuya başka bir açıdan baktığımızda, yani geçmişte bilgi edinmenin kolay olmaması, TÜİK verilerine ve medyaya yansımaması, internetin olmaması ve adli kaynaklara dahi geçmeyen bir çok nedenden dolayı geçmişte aile içi sorunların günümüze göre daha az veya daha çok olduğu konusunda net bir şeyler söylememiz doğru olmayacaktır.

Konuya somut bir çerçeveden bakacak olursak. Geçmişte aile içi şiddet, ailenin iç sorunu, mahremi sayılarak aile içindeki büyüklerin ya da adli vakaya dönüşmesinde daha karakollarda ötelenerek yok sayılması, namus başlığı altında kadın cinayetleriyle kadınların hiç dünyaya gelmemiş gibi ortadan yok edilmesi ( 1984 kitabındaki tabirle buharlaştırma) , sadece dini nikah ile evliliklerin yaygın olmasından boşanmaların verilere yansımaması, taciz ve tecavüzlerde mağdurun suçlu sayılmasından ve toplumsal baskıdan ötürü üzerinin kapatılması ya da mağdurlar tarafından olayların hiç dillendirilmemesi ve yine aynı nedenlerle LGBT’li bireylerin toplumdan kendilerini saklaması, evlerde doğumun yaygın olmasından istenmeyen ya da evlilik dışı bebeklerin öldürülmesi,  devlet ve toplumsal denetimin kısıtlı olması, toplumsal adet, gelenek ve tabuların kişilerin hak ve hürriyetlerinden daha önemli ve baskın olması gibi sayılacak bir çok nedenden ve engelden dolayı sırf bugünkü bilinirlikten ötürü, aile yapısının günümüzde geçmişe göre daha deforme olmuş olduğunu savunamayız.

Aile kurumunun içinde yapılan ve olağan gibi algılanan fakat sonuçlarıyla en büyük yanlışı oluşturan onulmaz bir eğilim toplumun kaderini belirleyecek şekilde sonuçlar doğurmakla kalmayıp, toplumsal hafızanın iliklerine kadar işlemektedir. Bu nedenle aile kurumu, toplumun geleceğini belirleyen en amil fonksiyondur. Aile düzeninin bozulması kelebek etkisi olarak toplumu bozacaktır.

Aile kurumunun deformasyonuna neden olan bir çok etken olmasına rağmen bunların başında gelebileceklerden ve en önemlilerinden biri kadın ile erkek arasındaki ilişkidir.Tüm mahlukatın emrine verildiği akıl baliğ olan insanın iki cinsi arasında olan ilişkide bedensel gücü elinde bulunduran cinsin tüm mahlukata olduğu gibi diğer cinsine karşı da üstün olma hırsı ilk insandan bu güne dek belki de dünyanın son gününe kadar devam edecek menfur bir hevestir.

Aile içinde başlayan ve çocukların üzerine yüklenen görevler bakımıyla, yazılı olmayan kurallarla kadın ve erkeğin görevleri belirlenirken yapılan adaletsizlik, zamanla toplumun tüm fonksiyonlarına nüfus eder bir hal almıştır. Muhafaza etme çabası altında kadına yüklenen görevler kadının ev dışında emniyetsiz olacağı, fıtratından ötürü kötülüğü bedeninde taşıdığının benimsettirilmesi ve kadının kendini her an avlanılacak bir av gibi sanma süreci çocukluktan itibaren bilinçli ya da bilinçsiz davranışlarla çocuğun benliğine işlenir. Buna ek olarak kadın, üzerine yatırım yapılması uygun görülmeyen arazi gibidir. Olabildiğine atıl bırakılır, çünkü evlenip el olacak biri için maddi ya da manevi bir yatırımın yapılması boşa bir çaba olarak görüldüğünden, erken evliliklerin önü açılmıştır. Evden giden bir boğaz ev ekonomisi için bir rahat nefes alıştır. Buna zıt olarak olabildiğine hoyrat ve başına buyruk yetiştirilen erkek, hem ahlaki hem de davranışsal olarak tüm hata ve yanlışlarıyla hoş görülen ve sırf bir cinse mensup olduğu için doğumla gelen gücün getirisiyle ,tüm heybeti ve ailenin tüm bireyleriyle desteklenen egosu ve otoritesi ile tam karşımızdadır. Bir tarafta kusurunun sırf kadın olarak doğmasından kaynaklandığı alt bilincine kazınan tüm azciyeti ile kadın figürü diğer tarafta yine erkek olarak doğması nedeniyle haklarını doğuştan kazanan, ulaşılmaz ihtişamıyla bir erkek figürü.

Günümüzde durum bu anlatılanlar kadar abartılı olmasa da tüm bu gerçekliklerle büyütülmüş nesillerin genlerini taşıyan bireylerle şuan karşı karşıyayız. Kadın figürünün en ufak bir sıçrama durumunda başına “sen kadınsın” tokmağını indirmeyecek bir toplumun içinde olduğumuzu kimse savunamaz.

Ailede kadının anne rolünün yanında ekonomik etkenlerden dolayı çalışan kadın rolünü de üstlendiği günümüzde, elinin hamuruyla erkek işine karışılmasını istemeyen erkekler , kadının aileye ekonomik katkıda bulunarak erkeğin egemen alanındaki sorumluluğunu hafıfletmesinden hiç şikayet etmemektedirler. Şikayet ettikleri şeyler ise kadının yapışkan görevleri olan çocukların tüm bakımı, ev işleri, erkeğe karşı kadınlık görevlerini çalışırken aksatması, kadının aile içi karar alma süreçlerine katılma cesaretinin kabarmış olması, kazandığı parada kendi tasarrufunu kullanması... Erkeğin memnuniyetsizliğinin artması (bazen sırf keyiften) bir tımar etme şekli olarak!  beraberinde şiddeti hatta cana kıymayı getirmektedir. Tüm bu süreçlerden sonra günümüz kadının öğrendiği en net şey kendilerini tüm kötülüklerden muhafaza edeceği öğretilen erkeğin yine kendisine karşı en büyük tehdit ve tehlike olduğudur. Bu bilince varan, eğitimini tamamlayan ve ekonomik özgürlüğünü kazanan kadın, erkek figüründen uzaklaşma eğilimine girer. Böylece hatalar yanlışlarnı yanlışlar da felaketlerin itici kuvveti olmaya başlamıştır. Ailelerde ta çocuk yetiştirilirken yapılan hatalar bugün toplumları felaketle sürüklemektedir. Daha önce bahsettiğim kelebek etkisi sonucunu göstermiştir.

Günümüzde aile kurumunun durumunu konuşurken, sadece günümüz sorunlarını değil, kalıtsal ve kemikleşmiş sorunların da konuşulması gerekmektedir. Bunun yanında kadın ve erkek ayrımı yapılmadan önce insan anlayışında yola çıkarak çocuklarımızı yetiştirmemiz toplumdaki kırılmaları engelleyecektir. Şiddet, aşağılama, her türlü zulüm ya da adına ne denirse densin insan onurunu kırıcı tüm yaklaşımlar kabul edilemezdir.Birbirlerinden huzur bulsunlar diye tek nefisten yaratılan ve böylece birbirlerine sevgi ve şefkat beslemeleri sağlanan kadın ve erkeğin birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi nizama aykırı olduğundandır  belki de bu kadar sorunun  çıkması.“Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez.” diye uyaran Kuran, “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.” da der. Toplumu değiştirmek ve nizama uygun hareket etmek bireyin elindedir deyip, geleceğe daha anlayışla ve umutla bakmak gerektiğini her defasında yineleyerek, çocuklarımızı her canlıya sırf canlı oldukları için değer vermelerini ve saygı duymalarını hal diliyle anlatarak yetiştirmeliyiz.